17 Temmuz 2022 Pazar

sevdiğim şeyler listesi - arada bakıp keyiflenmek için

nisan sabahlarının erken saatlerinde pencereye konan kuşların belli belirsiz sesleriyle uyanmak 

uykuya dalmakta güçlük çektiğin gecenin seherine doğru balkona çıkıp yaktığın sigara 

dalgınlıkla yürüdüğün sokakta çocuktan alınan bir iltifat

arkadaşlarının yüzünde bir gülümsemeyle heyecanını anlatması 

liseli bir kızın sıra arkadaşına hoşlandığı çocuğu anlatırken heyecanı 

keşke yağmur yağsa dediğimde ellerime düşen yağmur taneleri 

uzun yolda açılan radyoda başlayan sevdiğim şarkılardan herhangi biri 

arka koltukta cama yaslanarak izlediğin bozkır 

meyve ağaçlarının sokağa taşan dallarından meyve toplamak 

dağa çıktığında burnuna gelen çam ve kekik kokuları 

yağmurda denize girmek 

zeytinyağlılar 

yeni bir defterin ilk sayfasına atılan ufak bir not 

hakkımda sorular sorulması 

yağmurlu bir kasım akşamında sağanak altında kaldıktan sonra karşına çıkan ilk kahvecide ısınmak ve güzel bir kahve 

yitirmeden şarkısı 

melih cevdet anday'dan olsun da gör şiiri

14 Aralık 2016 Çarşamba

Göksel'i canlı canlı dinlemeden ölmek istemeyişimin sebebi;


Ben Göksel'i ilk sevdiğim zamanı çok iyi hatırlıyorum. Kulağımdaki şarkı buydu, Kurşuni Renkler. O zamanlar Sezen şarkısı olduğundan haberim de yoktu tabii ki. Sadece onun olduğunu ve ondan daha güzel kimsenin söyleyemeyeceğini düşünürdüm, hatta aramızda kalsın ilk dinlediğimde o kadar büyülenmiştim ki Göksel ya da başka biri kim olduğunu dahi önemsememiştim. Sürekli dinlemeye başlamıştım, okula giderken, tenefüste, okuldan geldiğimde, uyumadan önce... Sürekli sürekli sürekli bunu dinlerdim. 14 yaşındaydım. Liseyi okuduğum yerde ailemden ayrı, bambaşka bi şehirde başkalarıyla yaşıyordum. Her sabah istemediğim sabahlara, zorunda olduğum derslere uyanıp her gece bugün de bitti nihayet diyerek uyuyordum. İşte o zamanlar keşfettiğim bu şarkı, Karapınar'ın ketırlarına bakan yurdun camları ardından beni iyi hissettiren şeylerden biriydi. O zaman da şimdi ki gibi kış mevsimindeydik, yolları berbat olan yurdumun kar yüzünden iyice çamurlaşmış kapı önüne, havasına kömür kokusu karışmış Karapınar'ın sisli gökyüzüne bakıyordum sadece. Aynı hissi yaşayabiliyorum, o kokuyu, o puslu havayı. İçime çektikçe bi şeyleri götüren umutsuzluk hissi. İstemiyordum ama mecburdum da. Sonradan sonraya iyice bağlanmış, sevmiş olsam da bu şarkıya harmanlanmış hislerim hala tazedir.

8 Eylül 2015 Salı


Kelimelerin insanın nezdinde açtığı birtakım yaraları birleştirdiğimizde, yığın halinde, ortaya çıkan tablo gerçekten de sızlatıyor. 
insanın içini kıpırdatacak binlerce kelimeye rağmen.
ki her insanı mutlu edecek şeylerin birbirinden farklı olduğunu varsayarsak 
bunların her biri 
kudretiyle boy ölçüşemiyor.

13 Ağustos 2015 Perşembe

Dudaklarına akan tuzlu sıvının dilinde bıraktığı tat, gözlerindeki buğulanmanın perdelerinin açmıştı. Tüm duyu organları arasındaki bu sıkı münasebet bugün de iş üzerindeydi. Boğazındaki bitmek bilmeyen bu kuruluk hissi de eklendiği vakit, tüm o sersemliği dile gelerek doğrulması gerektiğini ısrarla tekrar ediyordu.  Nihayet gözlerini diktiği çukur derinlikten kendini alarak tüm ağırlığını sırtına vermeye, daha sonrasında ise kollarıyla destekleyerek doğrulmaya yeltendi. Ancak tüm denemelerinin sonu hüsranla bitmişti, vaziyetinden bihaber olarak son bir kez daha doğrultmaya çalıştığı narin bedeni en sonunda takati kalmayarak sere serpe yığıldığında gözlerinde canlanan görüntü oldukça manidardı; kendini, durmak bilmeyen çağıltısıyla huzura değdiren bir nehrin kenarında görüyordu.  Gökyüzünün enginliğine yeryüzünün yeşilliği eşlik ediyor, her ikisi de adeta ihtişamlı bir tablonun en gözde detaylarını ele verircesine birlik oluşturuyorlardı. Gözlerinde parıldayan güneş, bacaklarındaki hissizliğin kayboluşu ve ellerindeki narin çizgilerin belirginliği onu kapalı olduğu bu ‘şey ’den çok daha uzaklarda olduğunu hissettiriyordu,  tam o an göğsünün derinliğine doğru akan ılık bir his bedeninin kuvvetlenebilmesi için çaba sarf ediyordu. Vücudunda çoğalan kuvvetin farkına vararak çıplak ayaklarını toprağın üzerine bıraktığında, aklında beliren tek düşünce; suydu. Kana kana içebilmenin umudu, güneşin doğrulttuğu ışıkların nehrin üzerinde ettiği ahenkli dans ve kulaklarına dolan çağlayanın sesi. Nihayet adımlarını koşarcasına hızlandırarak nehrin kenarında eğildiğinde duraksayarak suyun üzerinde şekillenmeye başlayan görüntüye dikkatini verdi. Omuzlarına dökülen kumral saçlarının çevrildiği oval suretine kondurulmuş iki koyu göz ve ince dudakların birleştiği ufak tefek kafasının yanında silueti andıran fakat anlamsız bir şekilde kendisine çok benzeyen bir suretin daha aynı yansımaya bakıyor olduğunu gördü. Narinliğiyle açılmış dudaklarının arasından tek bir söz dahi çıkamadan kulaklarına dolan gürültüyle göğsü adeta patlayacak hale gelmişti.

Seslerin geldiği yere kayan gözlerini yukarıya doğru kaldırdığında kafasının üzerinde yükselen ahşap kalınlığa hayretle bakakalmışken bir anda açılmaya başlayan ahşaplar saatlerdir kapalı kaldığı bu ufak hapsine gerçek aydınlığın süzmelerini sızdırıyordu. Kırpıştırdığı gözleri kendisine uzanan ele doğrulduğunda başka bir seçeneğinin olmadığını anımsayarak sırtındaki ağırlığı kuvvetlendirdi ve kendisine uzanan ele karşı kendi elini bıraktı.

11 Ağustos 2015 Salı

kendimi yadsımak

Kendimi sürüklediğim bu yalnızlığa karşı koymamak adına inatçı bir duruş sergiliyorken, içimde artan öfkenin dizginlerini artık ellerimde hissedemiyordum. Aksine bitmek bilmeyen bir asabiyetin sınırlarında geziniyordum. Her ne kadar kulağa olağan geliyor olsa da içimde yükselen bu gürültülü karanlığı bastıramıyordum. İşin en garip tarafıysa buna alışıyor olmamdı muhtemelen. Bir şeyi inatla kabullenmiyor olsan da ona alışmaya başladığın ilk anda itirazlarının hatta isyanının dahi bir manası olmuyor-muş. Bu, durumumdan çıkardığım sonuçlardan belki de en kayda değer olanı sanırım.

Umursamazlığa doğru attığım her adım içimdeki duyarlı insanı gözden uzaklaştırıyordu. Dünyadaki tüm kötülükleri anlıyor hale geliyordum.  Şiddeti anlamlandırabiliyor, hatta empati yapabiliyordum. Önyargıyı en derinlerimde hissettiğimde insanların gönül aynama yansıyan ilk görüntüsünü daima saklıyor, şekillendirmemi ve tanımlamamı ona göre yapıyordum. Güven? Benim için artık önemi olmayan birkaç şeyden biri haline gelmişti çoktan. Bu da insanlara olan güvenimi de yanında götürüyordu. Bana karşı herhangi bir güven kırıntısı besleyip beslememeleri de umrumda olmuyordu açıkçası. Önceleri çok özenle beslediğim değer duygusunu hissedemiyordum. Kaybetmek demek buydu belki de. Değer verdiğim her insanı aslında bilerek olduğu yerde, ardımda bırakarak yoluma devam ediyordum. Arkama baktığımdaysa her biri gözle görülemeyecek kadar küçük kalıyorlardı, gözden düşmenin bir başka tabiri de bu olsa gerek, gözden uzaklaşmak. İsteyerek mi yapıyordum peki bunu, hayır. Tüm olasılıkları değerlendirerek olabilecek şeyleri düşünüyor, planlıyor ve ona göre bir yol çiziyordum, en azından çizmek üzereyim. Bana hissettirdikleri bu değersizlik düşüncesi beni çileden çıkarmaya yetiyordu ki içimde belirmeye başlayan öfkenin de harmanlanmasıyla gittikçe kabaran bir nehrin içine her birini bırakıyor ve öylece seyrediyordum. Onların tercihiydi bu, benim kanaatimde elbette. Halen doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmaya açık olduğumu düşünmüyorum. Peki, bunu istiyor muydum, bilmiyorum. Tek bildiğim, esareti altında kaybolduğum bu kötülüğün tümüyle kalbimi gölgelemeye devam ettiğiydi. Beynimin içerisinde yankılanan her bir düşünce ise şiddete kapıyı aralayan birtakım saçmalıklarla, sanırım şu anda en makul olan kelime bu, dolup taşıyodu.

Aynaya baktığımda suretime düşen endişeye karşı sadece anlamsızca bakıyordum. Kendimi tanıyamıyor, fotoğraflarda ve aynalarda gördüğüm, bildiğim, sahip olduğum bu yüze karşı korkarak bakıyordum. Ruhumun derinliklerinde hissettiğim tüm o duygulara göre bedenimin olmaması daha makul geliyordu. Aklı salim bir insanın düşünebileceği türden bir şey değil bu, muhtemelen şizofreni başlangıcına adımını atmış bir insan müsveddesinin aklına mukayyet olmamasından kaynaklanan etkisi büyük bir netice olabilirdi ancak. En dayanılmaz olanı ise, ara sıra canlanan kim olduğumu sorgulama anları. Böyle bir hapsolmuşluğun içerisinde tabii ki kim olduğunu unutuyor olmak insana büyük bir dezavantaj olarak geri dönecekti. Bana olan da tam olarak buydu, aleyhime işleyen zamanda savrulmak. Her bir saatin bu denli hızlı ilerleyişine tanık oldukça ismimi dahi hatırlamakta zorluk çekiyordum. Öncelerden beri alışmış olduğum bu his, arttıkça harflerimi dahi karıştırıyordum. Elbette bu hafıza kaybının ufak bir belirtisi olabilirdi, ya da uzun süreli bir dalgınlığın neticesi. Aslına baktığımız zamansa, tamamen kendini yadsımak.

24 Mart 2015 Salı

Teşekkür yazısı


Nedense yazmaya karşı uzun zamandır çok çekimserim. Kalemi elime aldığım zaman dahi beynimdeki hiçbir kelime akmıyor kâğıda. Aksine direniyor, anlam veremediğim bir şekilde inat ediyor. Hâlbuki beynimde dönüp dolaşan, içimi huzursuz eden o kadar çok şey var ki, kısa bir süredir desem öyle de değil. Hatta çok çok fazla uzun bir süredir. Sorguladığım, kabullenemediğim bin türlü şey var en başında. Kendime dair sorguladıklarımsa, bir elin parmağı kadar belki. Hala kendimden bir parçaymış gibi davrandığım birtakım insanlar var. Önceliklerimin başında gelen insanlar her biri. Kardeşim dediğim, beni yanıltmayan insanlar. Her insanın doğumundan ölümüne kadar yoldaşlık ettiği başkaları vardır; benim yolumda engel olanlar olduğu gibi, aydınlatanlar da var. En son mezuniyetimde arkadaşlarım için uzun, upuzun bir yazı yazmıştım sanırım. Bunun da gidişatı o yöne ilerliyor. Aslına bakarsak, şu an eksikliğini çektiğim şeyleri saymaya kalktım mı, en başa arkadaşı koyabilirim. Aradığım şeylerin karşılığını burada bulamıyorum ya da belki hiç aramıyorumdur. Bu açıdan hiç bakmamıştım diyebilirim. Her neyse, yol diyordum. Yolumdaki engelleri kaldırmama yardımcı olanlar olduğu sürece başımın kolay kolay öne eğileceğini düşünmüyorum. Hatta kendimi bazen o kadar şanslı hissediyorum ki. Ta en başında, yani üniversite için hazırlanırken, üniversite okuyan herkesten dinlediğim bin türlü zorlukları dinledikçe kendime öğütler veriyordum. Kimseye güvenme. Başlı başına bir yaşam tarzı olacağını nereden bilebilirdim? ‘Kimseye güvenme.’ Bu iki kelimelik kısa cümlenin aslında tüm dünya için bir yaşam tarzı olduğunu yaşayarak öğrenmeliydim. Benim çok sevmediğim bir huyum var, tam bu yaşam tarzıyla çelişecek bir huy hem de. İnsanlara tanıdığım an güvenmek gibi bir huy. Tam şöyle bir şey: bir insana yüz puanlık bir güven veriyorsun, tam tamına yüz puan, yani tamamen güvenmek. Daha sonra yavaş yavaş onu tanımaya başlıyorsun. Güvenini ne kadar hak etmiş onu mu tartıyorsun artık nedir, ben de bilemiyorum. Eksildiğini gördükçe, sorgulamalar başlıyor. Kendime çok güvenen bir insan değilimdir, pasif bir tanım belki ama gerçekten kendime karşı gerektiğinden daha az bir güven besliyorum sanırım. Fakat gel gör ki, bu verdiğim tam güvene karşılık, sonunda pek az olumsuz sonuçla karşılaştığımı düşünüyorum. Tabii ki, yine de ölçüp biçme işlerini bir kenara koyunca, yani yüzeysel bir bakışla bakınca bunun sonu ne iyiye çıkıyor ne de kötüye. En azından kaybettiğim bir şey olmadığı için üzülüyorum, kazanmaksa çok istediğim bir şey değil zaten. Ben katılmaktan yanayım sanırım, katılmak gerçekten daha önemli gibi. Anlamsız. Oldukça saçma. Ne olursa olsun, bu böyle. Güvendiğinde bunları düşünmüyorsun, çünkü zaten güvenmiş oluyorsun. Güvendiğin bir insanı neden sorgulayasın ki? Güvendiğin bir insan sana neden kötülük yapsın? Yapıyormuş. Tam da "Palyaço" gibi işte. Bir insan neden senin günahını alsın ki? Alıyormuş. Bir insan sana neden yalan söylesin ki? Söylüyormuş. Herkes yalan söyler, sadece kimisi az kimisi çok. Yalnız bir fark vardır ki, kimisi kırmamak için söyler, kimisi de kırmak için. Yine de sonuç hep aynı, yalan yalandır. Ötesi yok. Neyse, sen de almadın mı bazen diye soruyorum kendime, evet aldım. Belki ben de birilerinin güvenini kırdım. Belki ben de birilerinin bana olan güvenini sorgulamasına sebep oldum. Hangimiz o ak kaşığız ki zaten. Her insan iyiliklerini tartıya koyduğunda kötülükleri de öbür tarafa koymalı. Yaşamın gerçeği bu işte tam olarak, mutluluk ve mutsuzluk nasıl birbirini tamamlayan iki şey ise, iyilik ve kötülük de öyle. Güven ve güvensizlik de öyle. Olumsuzluk ekleri insanın başına neler neler açıyor değil mi? Keşke sadece kelimeye gelmekle kalsaydı, hayatımıza girdiğinde işler değişiyor. Birbirini tamamlayan bütün olumlu ve olumsuz şey bir araya geldiğinde gerçek oluşuyor işte, insan hayatındaki sadece bir kelime olsa bile, tamamını oluşturduğu kısa ve öz olan tek bir kelime; Güven. Her ne kadar sonunda başarısız olabilme ihtimalim oldukça yüksek olsa da, can çıkmadıkça huy çıkmıyor. Her şeye rağmen hayatımda en çok sevindiğim, hatta en büyük başarım olduğuna inandığım tek bir şey var; güvenimi sarsmayan, benim için önemli olan birçok kişi var. Değer verdiklerim, beni iyi hissettiren insanlar. On dokuz yıllık yaşamımın üzerine yemin ediyorum ki, değer verdiğiniz için, sizin gibilerine sahip olduğum için inanılmaz mutluyum. Şu hayattaki belki de en iyi yaptığım şey, size güvenmekti. Güvenimi kırmadığınız için binlerce kez teşekkürler. Gelelim başarısız olan birkaç kişiye, siz de sağ olun be. Gülerek sona doğru yaklaşıyorum, herkesi iyi ki var. Özellikle benim için üç kişi var ki, siz olmasanız yeminle eksik kalırdım. Mutlulukla karışmış bir huzuru içimde hissederek söylüyorum ki, çoğu zaman yanlış anlaşılan ben umarım yine yanlış anlaşılmamışımdır. En sevmediğim huylardan bir başkası da bu, farkında olmayarak yaptığım eşekliklerin haddi hesabı yok. Hepsi için de tekrar af diliyorum, ama mazur görün, farkında olsaydım zaten yapmazdım. Bu da böyle bir çelişki işte.

 Çok manidar bir şiirle bitiriyorum.


çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sessizce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun

 bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim

26 Mayıs 2014 Pazartesi

"yaşamak bir tıkırtıydı, aldırmadılar"

Yılların rüzgarı yüzüme delicesine çarptıkça içimdeki çocuğu da büyüttü. Salıncakta sallanarak en deli dolu haline bürünmesi gereken çocuk, günbegün hüzne cöküyor, yüzünde belirli belirsiz hafif mi hafif bir tebessümle en güzel yaşının derinliğine bakıyordu.


Çocukluğunu yaşamatmadığım, her bir derdimi içime atarak onun gençliğini de elinden aldığım için küs.

Değişiyordum, farkındaydım.
Rüzgar kendi yüzüme de vuruyor, içimdeki her bir duygunun yaprağı titreyerek ürperiyordu. Düşüyordu birer birer, içime dökülüyordu hepsi.
Değişiyor, dinginleşiyordum.